MERSİN İL KÜLTÜR VE TURİZM MÜDÜRLÜĞÜ

İnanç Turizmi

İNANÇ TURİZMİ

Yazının icadından günümüze kadar dünya üzerindeki bazı mekânlar; farklı kültür, uygarlık ve dinler arasında oluşan yakın ilişkilere ev sahipliği yapmıştır. Türklerin kendi dini olan İslamiyet'e ait eserlerin yanı sıra çok sayıda sinagog ve kilise ve benzeri teolojik eserler Anadolu'da yer almaktadır. Milletimizin İslami anlayış paralelinde derin saygı ve hoşgörü içerisinde günümüze kadar ulaşan bu eserler Türkiye'yi diğer ülkelerden daha avantajlı kılmaktadır.

Ulusal sınırları hesaba katmaksızın, dünyada meydana gelen teknolojik değişiklikler insanları bir araya getirmektedir.

İnsanların devamlı ikamet ettikleri, çalıştıkları, her zamanki olağan ihtiyaçlarını karşıladıkları yerlerin dışında, dini inançlarını gerçekleştirmek ve inanç çekim merkezlerini görmek amacıyla yaptıkları turistik amaçlı gezilerin turizm olgusu içerisinde değerlendirilmesi “İnanç Turizmi” olarak tanımlanmaktadır.

Mersinde bulunan bazı İnanç Turizmi yerleri aşağıdadır.

ST. PAUL KİLİSESİ

Tarsus kent merkezinde, Şehitkerim Mahallesinde bulunan St. Paul Anıt Müzesi, 1994 yılında tescillenerek koruma altına alınmıştır. Bakanlığımızca, 1997 yılında başlatılan restorasyon çalışmaları 2001 yılında tamamlanarak kilise, “Anıt Müze” olarak ziyarete açılmıştır Ayrıca restorasyon çalışmaları kapsamında çevrede bulunan taşınmazlar Bakanlığımızca kamulaştırılmıştır.

M.S. 4. yüzyılda İmparator Constantinius tarafından Hıristiyanlığın resmen tanınması sonucu dini baskılar kalkmış, kiliseler yaygınlaşmaya başlamıştır. M.S. 5. Yüzyıl'dan itibaren de Aziz Paul adına çok sayıda kilise inşa edilmiştir. Bu kiliselerden birkaç tanesi de (Tarsus'a gelmiş olan Avrupalı seyyahlardan öğrenilen kadarı ile) Aziz Paul’un doğum yeri olan Tarsus'ta yer almıştır. Günümüzde bu kiliselerden sadece bir tanesi korunabilmiş olup, St. Paul Anıt Müzesi bu yönü ile de büyük önem taşımaktadır.

Yapı, 460 metre alan üzerine inşa edilmiş olup, ön giriş kapısı kuzey tarafta ve anıtsal niteliktedir, Girişin hemen sağında, bahçe içerisinde "kilisenin su kuyusu" yer almaktadır. Genel olarak dikdörtgen biçim oluşturan yapının planı oldukça basittir; batıda dört sütunun taşıdığı tonozlu bir sundurma yer almakta olup, bu tonozların iç kısmı gök mavisine boyanmış, köşeler stilize bitki motifleri ile süslenmiştir. Geride içeri giriş sağlayan kemerli ana giriş kapısı ve yanlarda birer pencere bulunmaktadır. Kilisenin sütun başlıkları korinth tarzı esas alınarak boyanmıştır. Kilisenin zemini beyaz ve siyah mermer plakalarla kaplı olup, sadece dua edilen alanın önünde küçük bir bölüm üçgen formlu siyah ve beyaz mermerlerle basit bir şekilde vurgulanmıştır.

Orta nef ile apsisin kesiştiği kısımdaki kutsal mekan süslemeli mermer bir paravanla ayrılmıştır. İç duvarlardaki nişler, ikona ve aziz tasvirleri için yapılmıştır. Bu nişlerin benzerleri yanlardaki küçük apsislerde de mevcuttur.

Orta nefin doğusunda yer alan orta apsis üzerindeki yuvarlak pencerenin yanında, bulutların arasında iki melek tasviri bulunmaktadır. Pencerenin altında manzara resmi yer alır. Melek motiflerinin üzerindeki orta tonozda üçgen içerisinde göz motifi bulunmaktadır. Bir sonraki sahnede, başında halesi ile Hz. İsa yanlarda ise Evangelistler (İncil yazarları) resmedilmiştir. Figürler cepheden, kırmızı ve mavi kıyafetler içerisindedirler. Hz. İsa sağ elini öne uzatmıştır, havariler ise İncil yazmaktadır. Yanda (sol ön tarafta) Lucas ve boğa betimlemesi, onun arkasında Matheus bulunmaktadır. Bu figürün üst kısmı omuzlarından itibaren tahrip olmuştur; sadece isminin bir kısmı okunabilmektedir. Sağ ön tarafta Markos ve aslan betimlemesi, onun arkasında ise bir kartal figürü ile Yohannes tasvir edilmiştir.

Kilisenin kuzey ve güney taraflarında iki küçük kapı daha mevcuttur. Bunlardan güneyde yer alan kapının yan tarafında çift çıkışlı taş merdiven, kilisenin içindeki asma kat bölümüne dıştan bağlanmaktadır. Ahşap kullanılarak yapılan balkon biçimli asma katın korkuluk cephesinde manzara resimleri bulunmaktadır.

İç mekân aydınlatılmasını sağlamak amacı ile apsislerde ve yanlarda karşılıklı simetrik pencereler yer alır. Yanlarda bulunan küçük kapılar üzerinde bu pencereler haç biçiminde yapılmıştır. Yapının kuzeydoğusunda sağda küçük bir sütunla desteklenmiş çan kulesi mevcuttur.

Kilise, 1862 yılında geçirdiği büyük çaplı onarımdan sonra genel mimari olarak bugünkü halini almıştır. Hıristiyan ahalinin Tarsus'tan ayrılmasından sonra terk edilmiş, daha sonraları binada bazı değişikler yapılarak çeşitli amaçlarla kullanılmıştır. Restorasyon çalışmaları, büyük çaplı uygulanmış olup, mimari koruma, onarım ve içte yer alan duvar resimleri üzerinde gerçekleştirilen kilise, günümüzde, Bakanlığımıza bağlı Anıt Müze olarak hizmet vermektedir.

ST. PAUL KUYUSU

Tarsus kent merkezinde, Kızılmurat Mahallesinde yer alan St. Paul Kuyusu, Hıristanyanlığın yayılmasında ve kurumsallaşmasında önemli bir yeri olan ve İncil’de “Müjdeleyici” olarak ismi geçen St. Paul’un doğduğu ve yaşadığı bir mekân olarak kabul görmektedir.

M.S. 1. yüzyıl başlarında Tarsus’ta, o dönemde edinilebilecek en büyük haklardan olan Roma vatandaşlık hakkına sahip, Yahudi aristokrat bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. O dönemde Tarsus’un zenginliği ve gelişmişliği kentin kültürel hayatına yansımış, dönemin felsefe okullarından birisi de Tarsus’ta kurulmuştur. St. Paul, ilk eğitimini Tarsus’ta almış, öğrenimini tamamlamak üzere gittiği Kudüs’te fikir ve düşüncelerini geliştirerek eğitimine devam etmiştir. Bu sürede Hıristiyanlıkla tanışmış; başlangıçta Hıristiyanlığa karşı başlayan saldırıların içinde yer almış ve uzun süre Hz. İsa’ya inananları inançlarından caydırmaya çalışmıştır.

Şam’a kaçan Hıristiyanların peşinden giden St. Paul, rüyasında, Hz. İsa’yı görmesiyle Hıristiyanlığı kabul etmiştir. St. Paul, hayatı boyunca, esir edilip ölünceye kadar Hıristiyanlığın yayılması için çalışmış, bu amaçla üç büyük gezi düzenleyerek Roma İmparatorluk topraklarının büyük bir bölümünü dolaşmış, fikir ve düşünceleriyle sevilmiş ve sayılmış olup bu gayretleriyle de Hıristiyan Kilisesi’nde önemli bir yere sahip olmuş ve St. Pier ile birlikte kilisenin kurucusu olarak kabul görmüştür. Hıristiyanlığı yayma gezileri ve faaliyetlerinden rahatsız olan Romalılar O’nu tutuklayarak, yargılanması için Roma’ya götürmüşler ve kaynaklara göre M.S. 60 yıllarında burada ölmüştür.

Hıristiyanlık sonrası yaşamının İncil’de yer almasıyla ölümsüzlüğe erişen St. Paul bugün Hıristiyanlığın en büyük sembollerinden birisi olarak kabul edilmektedir. Hıristiyanlığı Yahudiliğin bir mezhebi olmaktan kurtarıp, dine şekil vererek kurallarını belirleyen ve ilk kiliselerin de kurucusu olduğu kabul edilen teorisyen ve felsefe adamı, Tarsuslu daha da önemlisi Anadolulu olarak tanınmakta, Hıristiyanlık tarihinin en değerli Azizleri arasında sayılmaktadır. Hıristiyanlığa yaptığı hizmetlerden dolayı ona duyulan sevgi çoğu zaman literatürde “Tarsuslu Havari” olarak da geçmesini sağlamış; gezileri sırasında yazdığı mektuplar ise Hıristiyan edebiyatının değerli örneklerinden olduğu kadar, dönem hakkında ayrıntılı bilgiler içermesiyle de arkeolojik belge niteliğinde kabul görmüştür.

“St. Paul Kuyusu” olarak tanımlanan tarihi yapı, Aziz Paul’ün yaşadığı evin bulunduğu yer olarak kabul edilen avluda bulunmaktadır. Antik Cadde’nin yaklaşık 200 metre kuzey doğusunda yer alan, 18 m. derinliğindeki kuyunun Aziz Paul adına yapıldığı ve burada eski bir mekâna ait kalıntıların uzun yıllar ziyaret yeri olarak kullanıldığı bilinmektedir. 

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından, 2000 yılında İnanç Turizmi ve Sokak Sağlıklaştırma Projesi kapsamında, St. Paul Kuyusu ve çevresinde çevre düzenlemesi ve kamulaştırma çalışmaları yapılmıştır. Geçici çevre düzenlemesine paralel olarak Tarsus Müze Müdürlüğünce St. Paul Kuyusu çevresinde arkeolojik kazı çalışmaları yapılmıştır. Arkeolojik kazı çalışmaları neticesinde, St. Paul’un yaşadığı döneme kadar inen kültür tabakaları gün ışığına çıkartılmış, ortaya çıkarılan mimari yapıların olumsuz hava şartlarından etkilenmemesi için üzeri cam ile kapatılarak koruma altına alınmıştır.

Restorasyon ve çevre düzenlemesi yapılan bu kutsal alan, günümüzde de yerli ve yabancı ziyaretçilerin yoğun ilgisi ile karşılaşmaktadır.  Hıristiyanlar, bu kutsal mekânı hac amaçlı ziyaret etmekteler, kuyu suyunun kutsal olduğuna ve şifalı olduğuna inanmaktadırlar. 

ESHAB-I KEHF

Dünyanın birçok yerinde mekân bulan “Yedi Uyurlar İnanışının”  Anadolu’daki en önemli merkezi Tarsus’taki “Eshab-ı Kehf Mağarası’dır.” Tarsus’un, 12 km. kuzeyinde Dedeler köyünde, Encülüs Dağı’nın eteklerinde bulunan mağara Hristiyan ve Müslümanlarca kutsal bir ziyaret yeri olarak kabul edilir. Doğal bir çöküntünün mağara şeklini aldığı kapalı bir alandan oluşmakta olup mağaraya yürüyüş zemininden 15 basamaklı bir merdivenle inilmektedir. Mağaranın hemen üzerinde 1873 yılında yapılmış bir cami yer almaktadır. Camiye sonradan ek olarak üç şerefeli bir minare daha eklenmiştir.

Eshab-ı Kehf ile ilgili günümüze ulaşan pek çok bilgi ve belge bulunmaktadır. Eshab-ı Kehf Mağarası, Kuran-ı Kerim’in Kehf Suresi’nin 9-26. Ayetlerinde anlatıldığı gibi, Allah’a inanan ve yaşadıkları devrin zalim ve müşrik kralından kaçan  Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernuş, Debernuş, Şazenuş ve Kefeştatayyuş adlı yedi gencin ve köpekleri Kıtmir’in 309 yıl uyudukları mağaradır. Arapça ’da “Eshab” sahip, dost anlamındadır.  “Kehf” ise dağlarda oyulmuş ev gibi yerlere denmektedir. Eshab-ı Kehf’in Türkçe anlamı Mağara Dostlarıdır.

Eshab-ı Kehf olayı bugün değişik şekillerde anlatılsa da özünde aynı bilgiler bulunmaktadır. St. Paul'un Hristiyanlık kurallarını yaydığı tarihlerden uzun bir süre sonra, Arap kaynaklarında Takyanus olarak geçen (Diocletianus?) Roma imparatoru Tarsus'a gelmiş ve çok tanrılı dönemde tek tanrıya inandıkları için bu gençleri huzuruna çağırarak, onlara Roma dinine bağlı kalmalarını, aksi takdirde kendilerini öldürteceğini söylemiştir. Tek tanrıya inançlarından vazgeçmek istemeyen bu gençler, imparator tarafından verilen bir kaç günlük zamandan yararlanarak Tarsus yakınlarındaki bu mağaraya kaçarak sığınmışlardır. İmparator durumu öğrendiğinde onların saklandıkları mağaranın ağzını kapattırır. Böylece onları ölüme terk ederler. Fakat Allah’ın takdiri ile orada mucizevi bir şekilde 309 yıl süren bir uykuya yatmışlardır. Nihayet uyanırlar ve içlerinden ilk uyanan Yemliha’yı, yiyecek almak için kente gönderirler.

Kente gelen genç, zalim Roma hükümdarının öldüğünü ve tam o sıralarda Allah’a inanan birisinin hükümdar olduğunu öğrenir ve halkın ibadetlerini serbestçe yaptıklarını görür. Elindeki paranın artık geçmez olduğunu ve kentteki değişikliklere şaşırır. Bu yabancı gence olup bitenleri soran insanlar durumu anlayınca, onu hükümdara götürürler. Hükümdar bu gençten, başlarından geçenleri öğrenir, onunla birlikte mağaraya giderler.  Mağaraya gelenler, içerde altı kişinin namaz kıldığını görürler. Yemliha dışarıdakileri bırakıp mağaraya girer ve ondan sonra yedisi de Allah’ın kudreti ile sır olup görünmez olurlar.

Günümüzde “İnanç Turizmi ve Kültür Turizmi” kapsamında yapılan seyahat güzergâhları arasında bulunan Eshab-ı Kehf Mağarası, yapılan çevre düzenlemeleri ile Tarsus’un önemli turizm merkezi haline gelmiştir. Ayrıca, her yıl 6-10 Mayıs tarihleri arasında yapılan Hıdırellez törenlerinde Eshab-ı Kehf Mağarası anılmaktadır.

MAKAM-I ŞERİF CAMİİ VE DANYAL PEYGAMBER TÜRBESİ

Makam-ı Danyal Camii, kent merkezinde, Kubat Paşa Medresesi’nin yanında bulunmaktadır. 1857 yılında Danyal Peygamber’e ait sembolik türbenin üzerine yapılan cami, türbenin kutsallığından dolayı Makam Camii olarak adlandırılmıştır.  1960’lı yıllarda camiye ilave olarak son cemaat bölümü de yapılmıştır.

Danyal Peygamber, M.Ö. 605 yılında Kudüs’te doğmuştur. Rivayete göre; Babil Kralı II. Nabukadnaser (M.Ö.605-562) rüyasında İsrailoğullarından gelecek bir erkek çocuğun kendi tahtını sarsacağını öğrenince, İsrailoğullarından doğan tüm erkek çocukların öldürülmesini emretmesiyle, ailesi onu dağ başında bir mağaraya bırakır ve burada biri erkek, diğeri dişi iki aslan tarafından büyütülür. Gençlik çağına gelince de tekrar kavmi arasına karışır ve Yahudileri Babil esaretinden ilmi ve kehaneti ile kurtarır. Bereket dağıtan bir peygamber olarak anılır.

Başkenti Tarsus olan Kilikya Kralı Syenessis, bir kıtlık döneminde, Danyal Peygamberi Tarsus’a davet eder, gelişiyle bolluk ve bereket gelir. Bunu gören halk Hz. Danyal’ın geri gitmesine izin vermez ve ölünceye kadar Tarsus’ta yaşar.

Hz. Ömer döneminde, İslam kuvvetleri komutanı Ebul Musa Eş-arı tarafından Tarsus fethedilir. Şehrin imarı sırasında bir sandukaya rastlanır ve sandukada cenazenin parmağında iki aslan arasında bulunan bir çocuk tasvirli yüzük bulunur. Yüzük, Hz. Ömer’e gönderilir ve üzerindeki iki aslan arasında bulunan çocuk tasvirinden, yüzüğün Danyal Peygamber’e ait olduğu kanaatine varılır. Zira bu yüzük üzerindeki tasvir, Peygamberin başından geçen olayın bir sembolü olarak betimlenmiştir. Hz. Ömer cenazenin çalınmamasını emreder. Komutan Ebul Musa’da mezarın çalınmaması için bulunduğu yerin daha derinine gömer ve yakınından geçen Berdan (Kydnos) Çayının yönünü değiştirerek mezarın üzerinden akmasını sağlamıştır.

Tarsus Belediyesi tarafından camide, abdesthane yapmak için başlatılan hafriyat çalışmalarında kemerli bir yapının ortaya çıkması ile 2006-2007 yılları arasında Tarsus Müzesi tarafından Kurtarma Kazısı yapılmıştır.

 Kazı çalışmaları sonucunda, Roma Dönemine tarihlenen bir köprü, köprünün kuzeyinde 7. yüzyıla tarihlenen, dörtgen planlı, güneyde ve doğuda 2’şer pencere açıklığı bulunan ve manastır tonozlu kubbesi 13. Yüzyıl’a tarihlenen bir türbe yapısı ile son cemaat bölümünde tonozlu mezarlar ortaya çıkarılmıştır. Türbenin doğu cephesinde bulunan blok taşın yüzeyinde yedi köşeli yıldız kabartması vardır.

Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar’ın saygı gösterdiği Danyal Peygamber’in yaşamıyla ilgili az sayıda yazılı kaynağın aksine, sözlü anlatım fazladır. Asırlardır süregelen bu sözlü anlatımlardan yola çıkılarak Danyal Peygamber’in Tarsus’ta gömüldüğü halk tarafından kabul edilir.

Makam-ı Danyal Camisinde restorasyon çalışmaları büyük oranda tamamlanmış olup restorasyon sonrası ziyarete açılacaktır.

ULU CAMİİ

Tarsus İlçesinde, Camii Nur Mahallesi’nde Hz. Şit, Lokman Hekim ve Halife Me’mun’un kabirlerinin de bulunduğu Tarsus Ulu Cami, “Cami-i Nur” adıyla da anılmaktadır. Caminin 2007 yılında başlayan restorasyonu 2008 yılında tamamlanmıştır.

Caminin kuzeybatısında yapı bütününden ayrı bağımsız yükselen minare, kitabesine göre, H.764/M.1362-1363 yılında Memlûk Sultanı adına Şembeki Aksungur tarafından yaptırılır. Taçkapı ve minber üzerindeki kitabelere göre cami, H.987/M.1579 tarihinde Ramazanoğlularından Piri Paşa’nın oğlu İbrahim Bey tarafından inşa ettirilmiştir.  Kaynaklarda yapının bir kilisenin yerine inşa edildiği de belirtilmektedir. Harimin (namaz kılmaya tahsis edilen mekân) güney duvarının alt kesiminde bazı duvar kalıntıları vardır ve harimdeki sütun başlıklarından bazıları devşirmedir. Bu veriler, caminin bir kilisenin üzerine inşa edilmiş olduğunu düşündürür. Güneydoğusunda, camiden sonra inşa edildiği anlaşılan yapıya bitişik bir türbe, batısında yan yana sıralanmış dükkânlar vardır. Bu dükkânlar yapının kuzeybatısındaki Kırkkaşık Bedesteni ile birleşmektedir.

Camii; düzgün kesme taşlarla inşa edilmiş olan dikdörtgen planlı cami, mihraba paralel üç sahanlı bir harim ve kuzeyindeki üç yönden revaklarla çevrili bir avludan meydana gelmektedir. Harim ve türbe, dıştan üstü kiremitlerle kaplı kırma çatıyla örtülüdür. Avlu revak kubbeleri de kiremitlerle kaplanmıştır. Avlunun kuzeydoğu köşesinde 1895 yılında Ziya Bey tarafından yaptırılan bir saat kulesi, kuzeybatı köşesinde ise kare planlı bir mekân vardır. Avlunun ortasındaki şadırvan, 1905 - 1906 yılında eklenmiştir. Avlu duvarları dıştan, dikdörtgen kesitli payandalarla desteklenmiştir. Kuzey cephenin ortasında dışa taşıntılı olarak yerleştirilmiş olan avlu taç kapısı, kuruluşu ve iki renkli mermer süslemesi ile dikkat çekicidir. Avlu girişi içten de dilimli bir kemerle vurgulanmıştır. Aynı zamanda giriş, ortadaki revak kemeri ve kubbesi yüksek tutularak belirgin hale getirilmiştir.

Avludan harime giriş, beş geniş sivri kemerli açıklıkla sağlanmaktadır. Birbirine sivri kemerlerle bağlanmış, paye ve sütun dönüşümüyle yerleştirilmiş iki sıra destek dizisi ile harimde, mihraba paralel üç sahın oluşturulmuştur. Üstü düz ahşap bir tavanla örtülüdür. Orta sahına denk gelen kesimde, doğu duvarı üzerindeki bir açıklıkla bitişikteki türbeye harimden geçiş sağlanmıştır.

Mihrap, minber ve hünkâr mahfili mermerden yapılmıştır. Özellikle minber ve hünkâr mahfili yoğun bir şekilde bitkisel ve geometrik motiflerle süslenmiştir. Mihrap, minber ve hünkâr mahfili form ve süsleme özellikleri açısından Klasik Osmanlı dönemi süsleme özellikleri göstermektedir. Aynı zamanda yapıda iki renkli taş kullanımı ve avluda yerde bulunan Zengi düğümlü pano ile Memlûk ve Zengi süsleme özellikleri de görülmektedir.

Ulu Camii; mimarisi, zengin renkli mermer süslemeleri, Klasik Osmanlı süsleme özelliklerinin güzel birer örneği olan mermerden mihrap, minber ve hünkâr mahfili ile Türk - İslam Sanatının önemli camilerinden biridir. Aynı zamanda bitişiğinde yer alan türbenin Halife Memun’un mezarını barındırması, Hz. Şit ve Lokman hekimin makamlarının bulunmasının yanı sıra Kadri tarikatı şeyhlerinden Şeyh Muhammed  Hasan’ın kabrinin bulunması yapının ününü artırmakta ve dinî ziyaret yeri olarak ayrı bir önem kazandırmaktadır.

Bugün etrafındaki türbe ve imaret, kuzeydoğusunda ise sonradan 1895 yılında eklenen saat kulesi ile büyük bir külliye görünümündedir. 

BİLAL-İ HABEŞ MAKAMI VE MESCİDİ (TARSUS)

Bilal-i   Habeşi Makamı ve Mescidi, Ulu Caminin güneybatı tarafında bulunmaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V.)' in müezzini olan Bilal-i Habeşi'nin Hz. Ömer zamanında fetih edilen yerleri ziyareti esnasında Tarsus'a geldiği, Kırkkaşık denilen yerde, yani şimdiki makamı ve mescidi bulunan yerde ezan okuyup, namaz kıldırdığı için 7. Yüzyılda makamı, 16. yüzyılda da mescidi inşa edilmiştir. Mescit kara planlı olup, üstü büyük bir kubbeyle örtülüdür. Üç bölümlü, üç kubbeli son cemaat mahalli mevcuttur. İçeride Bilal-i Habeşi'ye ait makam kısmı vardır. Ayrıca mescidin yanına bir de kuyu inşa ettirilmiştir. Osmanlı arşiv belgelerinde, 1519 tarihinde Bilal-i Habeşi makamı adına bir vakfın kurulduğu anlaşılmaktadır.

AYA THEKLA (MERYEMLİK - HAGIA THEKLA)

Silifke’nin yaklaşık 4 km batısında, karayoluyla ulaşımı sağlanan Taşucu istikametinde yer almaktadır. Azize Thekla Kutsal Alanı’nda yer alan kilisenin görkemli apsisinden günümüze ulaşanlar, ana yoldan görülebilmektedir.

Tek Tanrı inancının 1. yüzyılda yayılmaya başlayan Hıristiyanlıkla birlikte doğu Akdeniz bölgesindeki durumu incelenmek istendiğinde, karşımıza Hıristiyanlık dünyasının ilk kadın din şehidi (martyr) olarak kabul ettiği çok önemli bir isim çıkar: Azize Thekla.

Iconiumlu (Konya) güzel bir genç kız olan Thekla, M.S. 1. yüzyıl ortalarında Tarsuslu Paulus’un bu kentte verdiği vaazlardan etkilenip, çok tanrılı inancı terk etmiştir. Ancak hem ailesinin hem de Iconium’da yaşayanların nefretini kazanan genç kız, Paulus’un peşinden gitmiş, yine onun tavsiyesi ile Seleucia ad Calycadnum’a (Göksu kıyısındaki Silifke) gelmiştir. Azize Thekla’nın pagan inancı terk ettikten sonraki bütün hayatı, mucizelerle doludur. Iconium’da ve Psidia Antiochiası’nda (Yalvaç), kent yöneticileri tarafından ölüme mahkûm edilmiş, her ikisinde de mucizeler sonucunda kurtulmuştur.

Seleucia’ya geldiğinde Thekla, bir mağaraya yerleşerek, insanlardan ve kent merkezinden ayrı, münzevi yaşam sürmeye başlar. Fakat Thekla, tek Tanrı inancını yaymayı amaç edinmiştir. İnanışa göre Seleucia’da tapım gören çok tanrılı inancın tanrı ve tanrıçalarına karşı savaşır. Thekla, Sarpedonius’u, Iuppiter’i, Minerva’yı yenerek tek Tanrı inancını bölgede yaygınlaştırır.

Seleucia’da yaşadığına inanılan yıllarda Thekla’nın bir şifacı olarak halkı iyileştirdiği bilinmektedir. Kısa zamanda Seleucia’nın çevresindeki Olba gibi kentlerde ve hatta Kıbrıs’ta ismini duyurur.

İnanışa göre Thekla’nın mucizeler gösterip insanları iyileştirmesi yüzünden Seleucia’daki hekimler, iş yapamaz hale gelir. Bunun üzerine aralarında anlaşıp onu öldürtmek üzere parayla tuttukları gençleri mağaraya yollarlar. Ancak Azize Thekla, mucizevî bir biçimde mağarada kaybolur.

Mağara üzerine ilk bilgileri, M.S. 4. yüzyılda Kudüs’te hacı olduktan sonra İspanya’ya dönerken Silifke’ye gelen Egeria adlı bir gezginin anılarından öğreniyoruz. Egeria, bu dönemde bu mağara ile etrafında rahip ve rahibelerin kaldığını yazmakta, dolayısıyla manastır benzeri dini bir ortamın oluştuğundan bahsetmektedir. Hıristiyan dünyasının en önemli isimlerinden olan Azize Thekla’nın yaşadığı bu mağara, onun kayboluşunun ardından hakikaten kutsal bir yapıya dönüşmüştür.

Bugün Silifke Müzesi’nin sorumluluğunda bulunan Azize Thekla Kutsal Alanı’nda, merdivenlerle inilebilen mağara, M.S. 4. yüzyıl başında bir kiliseye çevrilmiş olmalıdır. Üç nefli olan mağara - kilisenin yan nefleri sütunlarla ayrılmıştır. Ancak kuzey nefi ayıran sütunların araları sonraki dönemlerde kesme taşlarla kapatılmıştır. Kuzeydeki bölümün sonunda görülen kabirler, adet olduğu üzere kiliseye gömülen, önemli Hıristiyan din adamlarına ait olmalıdır.

Azize Thekla’ya adanan üç nefli kilisenin bugün, apsisinin bir kısmı ayaktadır. Uzaklardan bile görülebilen bu abidevî bölüm, yapının sağlam olduğu dönemdeki görüntüsü hakkında fikir sahibi olmak için hakikaten yeterlidir. Bu kilise ile birlikte kutsal alanda yer alan ve ziyarete gelenlere hizmet vermesi için yapılan oldukça büyük bir sarnıç da bugün Meryemlik’te görülebilecek arkeolojik eserler arasında yer almaktadır. Bu kutsal alanın kuzeyinde yer alan, kubbeli kilise, hamam ve birkaç sarnıca ait kalıntılar da bugün görülebilmektedir. 

Bugün, Ortodokslar için 24 Eylül ve Katolikler için 23 Eylül günleri, Azize Thekla’nın anıldığı kutsal günler olarak kabul edilmektedir.

ALAHAN MANASTIRI

Mersin'in Mut ilçesinin yaklaşık 20 km kuzeyinde, Toros Dağlarının yamacında bulunan Alahan Manastırı’nın yapımı M.S. 5.–6. yüzyıllara tarihlendirilmekle birlikte kurucusu olarak manastırda bulunan bir mezar yazıtından 462 yılında öldüğü öğrenilen Tarasius’tur. Bir hac merkezi olan bu önemli yapının Roma İmparatoru Isaurialı Zeno’nun maddi desteğini almış olması kuvvetle muhtemeldir.

Dağın yamacına yaslanmış olan manastırın yapılar bütünü, en batıdaki mağara – kilise ile başlar. Burada bulunan ve ana kaya oyularak yapılan apsis, geniş dini merkezin çekirdeğini bu mağara- kilisenin oluşturduğunu göstermektedir. Bilindiği gibi mağara kiliseler, erken Hıristiyanlık döneminde gizli ibadet yerleri olarak kullanılmış ve çoğu, Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu’nda serbest bırakılmasının ardından yapılan manastır ya da kiliselerle bir biçimde bütünleştirilmiştir.

Mağara Kiliseden batıya doğru ilerlendiğinde görkemli kapısıyla Batı Kilisesi ya da kapısındaki betimler nedeniyle “İncilciler Kilisesi” olarak da adlandırılan kilise görülmektedir. Yapı, 5. yüzyıla tarihlenmektedir. Üç nefli, transeptli ve nartekslidir. Kilisenin kuzeyi, ana kayadan oyulmuştur ve yarım daire biçimli apsisi dıştan düz bir duvarla kapatılmıştır. Batı Kilisesi’nin, orta nefe giriş yapan, görülmeye değer özellikteki ana kapısında çeşitli kabartmalar vardır. Ana kapının yan kısımlarının iç yüzeyine yapılan kabartmalarda, alt kısmı sürüngen şeklinde olan dişi şeytan Gyllou’yu ayaklarının altında ezen iki melek betimlenmiştir. Başmelek Mikhael’in şeytanı yendiği sahneler, Bizans’ın tasvir sanatında vardır. Kapının lentosunun alt yüzünde dört İncil yazarının (Matta, Marcus, Luca, Ioannes) simgeleri olan aslan, boğa, kartal ve melek, düzensiz bir halde betimlenmiştir. Bu kompozisyon, iki yanda bulunan iki ağaç tarafından sınırlandırılmaktadır. Yine yanlardaysa “orans duruşu” nda iki aziz figürü yer alır. Lentonun dış yüzünde, madalyon veya bir çelenk içinde Hz. İsa’nın büst tasvirini gökyüzünde uçuran iki melek tasviri bulunmaktadır.

Bu kilisenin doğusundaki geniş avlunun kuzeyinde kayadan oyma mekânlar sıralanmaktadır. Yapının güneyinden doğuya doğru uzanan teras vardır. Teras, revaklı bir yol veya galeri biçimindedir. Bu yolun güneyindeki sütunların kaideleri ve kemerlerinden günümüze çok az kalıntı ulaşmıştır. Yolun ortalarına denk düşen kesimde, sütunların arasında özel bir şapel veya anıt niteliğinde taştan yapılan aedicula bulunmaktadır. Ortadaki nişin iki yanında "Suriye alınlığı" biçimindeki cephe alınlığı iki sütun veya paye üzerinde taşınmaktadır. Nişin iki yan tarafında uçar şekilde melekler, alt kısımda iki kuş figürü bu mimariyi süslemeyi, daha dikkat çekici hale getirmektedir. Aedicula’nın buradaki tam işlevi anlaşılamamakla birlikte özel bir sunu ya da dua yeri olması mümkündür.

Batı Kilisesi ile Doğu Kilisesi’nin arasında Alahan Manastırı’nın oldukça büyük ve ayrı bir yapı olarak yer alan vaftizhanesi, Manastırın doğuya doğru en sonunda etkileyici mimari güzelliği ile Doğu Kilisesi yer almaktadır.

Bugün Silifke Müzesi’ne bağlı bir ören yeri olarak Alahan Manastırı, mimari etkileyiciliği ile Mersin’in görülmeye değer arkeolojik mirası içinde en önemli mekânlar arasında bulunmaktadır.

KANLIDİVANE (KANYTELLEIS)

Mersin İli, Erdemli İlçesi, Ayaş yöresinde olup Mersin-Silifke karayolunun 3 km kuzeyinde asfalt bir yolla antik kente ulaşılabilir. Kanlıdivane adının bölgede dağınık olarak yaşayan Türkmen aşiretlerinin kayaları kırmızı renkte olan bu obruğun etrafında toplanıp kararlar aldıkları bir yer olmasından dolayı ileri geldiği söylenmektedir. Halk arasında dolaşan başka bir rivayete göre de suçluların obruk içerisine bırakılıp buradaki aslanlara parçalatılıp obruğun kana bulanmasından dolayı bu adı aldığı söylenmektedir.

Kanytella’nın tarihinin Hellenistik Dönem’e (M.Ö. 3-2. yüzyıl) kadar uzandığı kalıntılardan anlaşılmaktadır. Obruk kenarındaki kule sahip olduğu özellikleri ile bölgedeki Hellenistik Dönem yerleşimlerinin ortak özelliklerini taşıyan yapı olarak bilinir. Bunun yanı sıra, güneybatı köşesinde yer alan yazıtlar sayesinde, kulenin M.Ö. 2. yüzyıl başında Tarkyaris’in oğlu rahip kral Teukros tarafından yaptırılmış ve Zeus Olbios’a adanmış olduğu anlaşılmaktadır. Dikdörtgen temel planlı kule, üç odaya ayrılmıştır ve içeriye sonradan Roma İmparatorluk Döneminde duvar payandaları eklenmiştir. Bu payandalar, kemer taşıyıcı olarak, bu yapının diğer benzer kuleler gibi erken Bizans Dönemine kadar kullanıldığını göstermektedir.

Yerleşim konum olarak burada bulunan ve obruk olarak adlandırılan büyük bir yer çöküntüsünün etrafına kurulmuştur. Bu obruk yaklaşık olarak 30 m. derinliğinde ve 117x100 metre ebatlarındadır. Obruğun içerisinde, güney duvarında Armaronxas ailesinin kabartma heykelleri bulunmaktadır. 4x2 m. boyutlarında ki bir niş içinde yer alan kabartmanın sağ tarafında 5 satırlık bir yazıt bulunmakta ve burada ailenin isimleri yer almaktadır. Obruk içinde, batı duvarda ise Kilikya askeri olarak literatüre girmiş bir savaşçı kabartmasının bulunması ise, bu obruğun tarihsel değerini arttırmaktadır.

Kanlıdivane’de Hellenistik Dönem'de başlayan iskânının Roma Döneminde de varlığını devam ettirdiğine yönelik kanıtlar da bulunmaktadır.  Bunlar arasında en dikkat çekici olanlar, kentin kuzey yamaçlarındaki nekropolis alanında bulunan lahitler ve anıt mezarlardır. Bunlar arasında yer alan ve ‘tapınak mezar’ olarak tanımlanan mezar anıtı, İ.S. 2. yüzyıla ait olup üzerindeki yazıtta kentin adının geçmesi nedeniyle önem taşımaktadır. Mezar, kentin soylularından olan Aba adına yapılmıştır.

Ayrıca, yerleşimin batısında, Çanakçı olarak adlandırılan alanda bulunan kaya mezarları ve bunların yanlarındaki kaya kabartmaları, antik yerleşimdeki bir diğer nekropolis alanının varlığına işaret eder.

Antik kentteki çok sayıdaki yapının, içlerinde sahip oldukları üretim donanımları sebebiyle zeytinyağı atölyesi olarak kullanıldıkları tespit edilmiştir. 

OLBA ANTİK KENTİ

Mersin’in Silifke ilçesine bağlı Örenköy yakınlarındaki Uğuralanı Mahallesi’nde bulunmaktadır. Olba kenti, Eski Çağ’da bölgenin yönetsel ve dinsel merkezi olan Olba-Diocaesarea’nın (Uzuncaburç) 4 km doğusunda yer almaktadır.

Olba, 19. yüzyıldan başlayarak Avrupalı gezginlerin ilgisini çeker. Buradaki kültür varlıklarıyla ilgili ilk incelemeler, J. Keil ve A. Wilhelm'in 1930’lu yıllarda yaptıkları yayınlarında, yerleşim merkezinin topografik planını, anıtların ve mezarlık alanlarının tanımlarını bilim dünyasına sunarlar. Olba’daki sürekli ve sistemli arkeolojik araştırma ve kazı çalışmaları ise, başlangıçta Mersin Üniversitesi, daha sonra da Gazi Üniversitesi adına, Bakanlığımızın izni ile Prof. Dr. Emel ERTEN başkanlığındaki bilimsel ekip tarafından 2001 yılında başlatılır.

Olba’da bugüne dek elde edilen arkeolojik veriler, yerleşim merkezinin tarihinde yaşanan başlıca evreleri yansıtır. Bunlardan ilk evresi, “Hellenleşme”, ikinci evresi “Romalılaşma” ve üçüncü evresi “Hıristiyanlaşma” olarak yaşanır. Olba, Hıristiyanlaşma evresinde Seleucia ad Calycadnum’a bağlı bir piskoposluk merkezi olarak Erken Hıristiyanlık Dönemi yazılı belgelerinde yerini alır.

Olba, Hellenistik Dönem içinde çevresi surlarla çevrili bir tepe (akropolis) yerleşimidir. Bugün akropolis çevresindeki Hellenistik Dönem surlarına ait izler görülebilmekte; daha sonra, Roma İmparatorluk Dönemi içinde de bu surlarda onarımların yapıldığı, savunma sistemlerinin yeni eklentilerle geliştirildiği belirlenmiştir.

Olba’nın en görkemli anıtları, Roma İmparatorluk Dönemi’ne aittir. Doğudaki Limonlu Irmağı üzerindeki Kızılgeçit kaynağından taşınan suyu, çok katlı bir düzenlemeye sahip olan ve üzerindeki kanal aracılığıyla taşınan su, Olba’ya bu sistemle ulaşır. Olba akropolisine ileten anıtsal su kemerinin üzerindeki Yunanca yazıttan anlaşıldığına göre, su kemerinin M.S. 198-211 yıllarında inşa edilmiştir.

Olba’da arkeolojik kazılarla ortaya çıkarılan başlıca anıt, tiyatrodur ve yapı, Roma yönetimi altında kentin yaşadığı kültürel yapılanmayı yansıtmaktadır. Olba’nın hemen her kesiminde çeşitli tiplerdeki mezarların oluşturduğu mezarlık alanları vardır; basit kaya mezarları ve lahitlerin yanında, anıtsal mezar yapıları da bulunur.

Hıristiyanlığın, M.S. 4. yüzyıl başlarında Roma İmparatorluğu tarafından kabul edilmesi sonucunda, Olba’da da bu dinin ritüellerine uygun yapılar inşa edilir. Kent merkezinde birçok kilise kalıntıları bugün de görülebilir.

Su Kemeri (Aquaeductus), Anıtsal Çeşme Yapısı (Nymphaeum), Tiyatro, Nekropol alanı, Tapınak Mezar, Manastır ve Katedral Olba kentinde gezilebilecek başlıca anıtsal yapılar arasındadır.